“Bana bakıyorlardı. Seçkin gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Aaaah o gözleri. Ben de dayanamadım demir levye ile altısında gözlerini kör ettim” Allan dehşet içinde. Ahırda Jill ile öpüşürken yakalanmanın dehşetini yaşıyor. İlk cinsel deneyimine tanıklık ettikleri için ahırda altı atın gözlerini oyarak onları kör ediyor. Atların gözlerini oymak nasıl bir ruh halidir? Üstelik atlar Alan’ın en yakın arkadaşıyken. Ahır onun için tapınak olmuşken. Tapınakta en iyi dostlarını katletmenin nasıl bir özrü olabilir?
Dostlarına yakalanmanın utancını yaşıyor. Alan onlara ihanet ettiğinin bilincinde. Üstelik ilk ilişkisinde başarısız olmuşken. O mahremiyet anında en yakın dostlarının tanıklığı var. Onların yüzüne bir daha nasıl bakacak? Bakamaz. O nedenle en sevdiklerini, bedeninin, ruhunun, bütün varlığının bir parçası haline gelen o atların, o kocaman gözlerle, yargılayan, soran gözlerle kendisine bakmasına dayanamaz. Hem başarısız, hem de hain. Alan buna dayanamaz. Bu gerçeğin ağırlığı altında artık yaşayamaz. Tek çıkar yol var. O da onların, o soran, o kocaman gözlerini ortadan kaldırmak. Ama bu kendi kendini vurmak gibi bir şey.
Karşıyaka Sanat Merkezi Salonuna girdiğimizde sahnede genç bir adam sırtı seyirciye dönük ayakta duruyor. Fonda insanı sinir eden, tedirginlik titreşimleri yayan ritmik bir vuruş sesi var. Yiğit Kocabıyık tek bir tepe ışığının altında bembeyaz bir sütun gibi kıpırtısız. Sırtına aldığı beyaz bir yatak örtüsü, altında beyaz bir pijama altı. Yoksa deli gömleğinin bir parçası mı? Sonra o sinir bozucu vuruş sesi susar. Yiğit, Alan, Küheylan, Mr. Dalton, Jill hepsi birden dönerler. İçlerinden Alan konuşur. İlk aklına gelen anıyı, ilk defa bir at gördüğü o muhteşem anı anlatır. Ne kadar da mutludur. “ Beş yaşındayım. Kumsaldayım. Deniz kıyısında. Dalgaları yara yara bana doğru gelen bir at gördüm. Üzerinde binicisiyle bana doğru geliyordu. Çok korktum. Kaçamadım. Olduğum yerde öyle pusup kalmışım. Sonra, onun o gözlerini gördüm. Bana doğru bakan o güzelim gözlere kilitlendim. Binici yanımdan geçerken beni kavrayıp atın üzerine aldı. İlk defa rüzgarı, özgürlüğü ve mutluluğu hissettim. Sonra babamın bağıran sesini duydum. Attan inmemi söylüyordu. Umursamadım ama babam beni kavradığı gibi atın üzerinden koparıp aldı. Sonra sadece onun o güzel, o kocaman gözlerini kaldı geriye.” İşte o kocaman, o güzel gözler Alan’ın ilk aşkı olur, giderek hayatı olur ve en sonunda onun sonu olur.
Alan artık atlarsız yapamaz. Onlarsız yaşayamaz. Onlarsız nefes alamaz. Çünkü onlar hayatının tek anlamı. Alan gece yarıları Mr. Dalton, kendisini işe alan adam patronu, yattıktan sonra gece yarısı gizlice tamamen çırılçıplak atlara biner. Çünkü onlarla tek bir vücut, tek bir varlık olmak ister. Tıpkı Amerikan yerlilerinin ilk defa İspanyol atlılarını gördüklerinde atlıları ve binicilerini tek bir yaratık zannetmeleri gibi bir şey. O atıyla, sevgili Küheylanıyla tek vücut olduğunda, gece yarısı dolu dizgin kırlarda koşarken işte böyle masal kahramanı gibi hisseder kendini. Hiç olmadığı kadar özgür, hiç olmadığı kadar mutlu ve kendini ilk defa tam olarak, tamamlanmış olarak hisseder. Gündelik hayattaki o ezik, o mahzun, o sessiz, o içine kapanık, iletişim özürlü ergen değildir. O tamamlanmış, özgürleşmiş, bütün hücrelerine kadar mutlu, kendisiyle barışık, doğayla ama en önemlisi biricik sevgilisi Küheylanıyla bütünleşmiş, tek vücut olmuş mükemmel bir varlıktır. O artık Alan değildir. O bambaşka bir şeydir. Sıradan insanların asla anlamayacağı, onların algılarının çok üzerinde, çok özel, çok mükemmel bir varlıktır. O hem Küheylandır, hem Alan’dır, hem de ikisi birdendir. Diğerlerini de çok sever. Onun tapınağında yaşayan Seçkin’i ve diğerlerini.
Sıradan insanlar çok zavallıdır. Anlamazlar. Mesela tapınağı ahır zannederler. Bu kadar basit bir şeyi anlayamayanlar, o altısının Alan için ne ifade ettiğini nereden bilecekler. Onlar, o altı kocaman açılmış, soran altı çift gözün ona dik dik baktığını ve bunun Alan’ı nasıl mahvettiğini, nasıl kahrettiğini, nasıl utandırdığını ve bu utancın ne kadar dayanılmaz olduğunu nasıl anlayacaklar? Alan mecburdu. Alan çaresizdi. Kendi gözlerini oymak gibi bir şeydi. Ama onlar gördü. Onlar Jill’le ne yaptıklarını gördüler. Alan çaresizdi.
Gerçekten Alan çaresiz miydi? Usta yazar Peter Schaffer’ın bir gazete haberinden yola çıkarak yazdığı “Küheylan” tiyatro tarihinin belki de en vurucu eserlerinden biridir. Oyun herkes için çok zor. Sahnelemek için, oyuncu için ve izleyenler için. İzledikten sonra oyun insanın yakasını bir türlü bırakmıyor. Alan karakteri usul usul insanın içine sızıyor. Alan’ın çaresizliğini, dindar annenin baskısını, otoriter babanın Alan üzerindeki yıkıcı etkisini net olarak kelimelere dökemiyoruz ama içimizde hissediyoruz.
“Yedi yaşındayken babam bana takvimden kesilmiş bir at fotoğrafı vermişti. O kadar sevinmiştim ki o at fotoğrafını odamın duvarına, yatak ucuna astım. Artık her gece yatarken o ata bakıyordum. Çok mutluydum. Sonra iki yıl sonra, o koca gözlü güzelim at resmi gitti yerini çileli İsa’nın kan revan içinde, işkence çekerek yürüdüğü kocaman bir poster aldı. Romalı askerlerin bütün güçleriyle kırbaçladıkları kan içindeki İsa’nın yarattığı dehşet dolu posteri her gece yatarken görüyordum” Alan’ın sesi titrer, giderek bir fısıltıya, bir hıçkırığa dönüşür. Neden Alan? Neden bu dehşetli tercih? Bunda iyi bir Hıristiyan olan annenin ne kadar payı var?
Alan’ın hayatı boyunca uğradığı her haksızlık, karşılaştığı her acı bebek adımlarıyla ruhuna doğru yürür. İçindeki hiddet, annesine ve babasına duyduğu isyan küçük damlalar halinde birikir. Derinlere işler. Hepsi birden Alan olur. O ezik, o sessiz çocuk. O atları deli gibi seven çocuk. Çevresiyle sağlıklı iletişim kuramayan Alan, bir türlü doğru biçimde kendini ifade edemeyen Alan, sadece Küheylan’ın yanında kendini kimlikli bir birey gibi hisseder. Gerçek Alan’ı, kendini Küheylan’ın yanında bulur.
İngiliz yazar Peter Shaffer’ın 1973 yılında bir gazete haberinden yola çıkarak kaleme aldığı oyun gerçek bir hayat hikayesine dayanıyor. 1977 yılında sinemaya Sidney Lumet’in yönetmeliğinde aktarılan oyun, İngiltere’nin ücra bir kasabasında geçer ve 17 yaşında bir psikiyatr kliniğine getirilen Alan Strang’ın tedavi sürecinde doktoruna anlattıklarını konu eder. Oyun sahneye Sevgi Sanlı’nın çevirisiyle yansıyor. Yabancı Sahne Topluluğunun sahneye koyduğu oyunu, Deniz Hamzaoğlu yönetiyor. Oyunda kostüm tasarımı Gülay Say’a ait. Yiğit Kocabıyık, sahnede büyük bir başarıyla canlandırdığı Alan karakteriyle, 21.Sadri Alışık Tiyatro Ödüllerinde Üstün Akmen özel ödülüne layık görüldü.
Yiğit Kocabıyık, oyun metnini ve Alan karakterini çok iyi çözmüş. Sıfır hatayla oynuyor. Sahnede her şey çok dengeli. Alan’ın o çaresizliği, o coşkusu, duygusal gelgitleri, keskin duygu iniş çıkışları ve insanı rahatsız eden yırtıcı masumluğu, seyircinin üzerine üzerine doğru geliyor. Seyirci koltuğunda oturanların egolarına saldırıyor, izleyicinin ruhunu çıplak bırakıyor. Alan ya da Yiğit artık hangisiyse, sahnede ne kadar giyinikse biz de o kadar çıplağız. Alan bizim ruhumuza bakıyor. Bakışları bizi delip geçiyor. Bizim arkamızda bir yerlere bakıyor. Saklanmak istiyoruz ama saklanacak yer yok. Oturduğumuz koltuğa büzülüp kalıyoruz. Alan üzerime üzerimize doğru geliyor. Her cümlesiyle ruhumuzu hedef alıyor, katman katman ruhumuzu soyuyor, maskeler düşüyor, itinayla gizlediklerimiz, toplumdan sakladıklarımız, bütün defolarımız ortalık yere saçılıyor. Alan ısrarla ruhumuzu soymaya devam ediyor. Artık gizlenecek, saklanacak, utanılacak bir şey kalmayıncaya kadar, bütün kirli çıkıları yüzümüzü yüzümüze çarpana kadar ruhumuzu soyuyor.
Tek kişilik oyunlar zordur. Üstelik oyunun bütün karakterlerinin tek kişide toplandığı oyunlar çok daha zordur. Bir de buna Peter Shaffer etkisini ekleyin. Tabii Alan karakteri de bu zorlu pastanın kreması gibi size servis ediliyor. Yiğit sahnede hiç boşluk bırakmıyor. Vücudunu kullanarak yarattığı hareketler ve sözler bir sağanak yağmur gibi yağıyor sahneye. Mesela hayali ahırda, hayali atları tımar ettiği, onları dizginlerinden tutarak dışarı çıkardığı sahnede her şey gerçek oluyor. Hayal gücümüzü kullanarak şekillendirdiği dünyada artık her şey mümkün. Vücudunu bütün oyun karakterlerini, oyun dekorunu yaratmak için kullandığı çok renkli bir senfoni orkestrası gibi yönetiyor. Sonra ağzından farklı şiddetlerde ve tonlarda dökülen sözcükler var. Sözcükler ağzından çağıl çağıl her harfi dört bir yana saçarak dökülüyor. Bazen çok hafif, bazen çok güçlü ama kesinlikle salonun her köşesine ulaşacak kadar vurgulu. Bazen her yeri dolduran anlık bir sessizlikle kulaklarımız sağır oluyor. Yiğit bütün bunları sanki saatlerce sohbet etmişçesine dolu dolu geçen bir 35 dakikaya sığdırıyor. Bana sorarsanız günlerce süren bir sohbet bu. Yani o kadar yoğun. Yani, Alan ruhlarımızı 35. dakikada infaz ediyor. Geriye Peter Shaffer’ın unutulmaz Küheylanının kişnemesi kalıyor. Bize mi gülüyor acaba? Hayatımızın geri kalanında kör bırakılmış ruhlarımıza mı gülüyor?
Seval Deniz Karahaliloğlu