Kubat çok fazla sahici bir adam. Hatta o kadar sahici ki; zaman zaman sinir bozabiliyor. Lafı evirme çevirme bilmiyor. İçinden geçeni söyleyiveriyor. Lafın ucu nereye gider gibi bir derdi, kaygısı yok. Ama adamın ağzından bal damlıyor. Hemen her cümlesine eskilerden, ozanlardan iki deyişi serpiştiriveriyor. Tıpkı türküleri gibi hem dinletiyor, hem düşündürüyor… Haa bu arada Belçika’da doğup büyümenin getirdiği memleket hasreti, memleket sevdasına dönüşmüş ki; insanın sarılıp kucaklayası geliyor. Hele yeni doğacak bebeğine “Erkek olsaydı, adını Seymen koyacaktım. Ankara Seymeni” demesi var ya… İnsanın; “İşte bu” diyesi geliyor…
20 yıl deyince, bazıları diyor ki; “Biz 30 seneyi devirdik.” Doğru, 40 seneyi devirenler de var. Ben son albümde bu 20 yıla biraz fazla vurgu yaptım kabul ediyorum. Ama bence kariyer hayatımızda iki 20 var; birinci devre, ikinci devre. Doktorsanız da, mimarsanız da, mühendisseniz de bu böyle. Çünkü hayat kısa ve bir üçüncü 20 yok. Ben müziğe 8 yaşımda başladım. Türkiye’ye 20 yaşımda geldim. Burada profesyonel hayata atılayım diye 1995 sonunda geldiğimde ilk albümümü çıkardım. O günden bugüne de her iki yıla bir albüm sığdırdım.
- Kubat başlı başına bir tez konusu olabilirmiş bence. Belçika’da doğup büyüyor. Uzun saçlı, pop görünümlü bir delikanlı olarak gelip burada türkü söylüyor!…
Ben Avrupa’da değil, uzayda da olsam genlerimde türkülerimiz olduğu için bu aslında son derece doğal bir sonuçtu benim açımdan. Bunu saklayıp, kompleks yapacak bir şey de yoktu. Çünkü bana göre dünyanın en zengin müziği, bu toprakların müziğiydi her zaman. Bizler o kadar şanslı topraklardayız ki aslında. Bütün medeniyetlerin geçtiği, bütün medeniyetlerin kurgulandığı topraklar bunlar. Sanatı da kurgulanmış.
Vallahi çok korkuyordum ve korktuğum şey başıma geldi. Ama korktuğum gibi değilmiş. Yine de keşke daha önce evlenseydim demiyorum. Çünkü zor bir yaşantım vardı. Ben 40 yaşıma kadar, ya da evlenene kadar diyeyim kendimi yüzde 75 oranında sahnedeki Kubat’a adadım. Kendime sadece yüzde 25 kaldı. Ama şimdi durum farklı. Çok iyi anlaşıyoruz eşimle. Bebek de yolda. 2,5 ay sonra baba oluyorum.
- Adı belli mi bebeğin?
Ben cinsiyetini öğrenmek istemiyordum. 40 yaşından sonra çocuk yapıyoruz, kızmış, erkekmiş deyip nazar değdirmeyelim diyordum. Ama hanımlar sabırsız oluyor. 3 ayın sonunda bu erkeğe benziyor, adını sen koy dediler. Ben de Superman, Batman filan çok severim. Dedim ki; bizim neyimiz eksik, Seymen olsun. Ankara Seymeni! Ama bir hafta sonra bizim Seymen, Eymen oldu. Kız babası oluyorum yani.
“Al Ömrümü” adlı albümü ile 20. sanat yılını kutlayan Kubat, “İlk 20
yıl birinci devreydi. Burada misyonum yeni kuşaklara türküleri sevdirmekti. Şimdi ikinci devre başlıyor. Türküleri dünyaya açacağım” dedi.
Ben James Brown’la büyüdüm. Tom Jones, Joe Cocker dinlerdim. Yaş olarak belki onlardan bir 30 yaş gerideyim ama, erken başladığım için hepsine yetiştim. Ama bir yandan da daha 8 yaşımda Mahzuni Şerif’le de büyüdüm, Neşet Ertaş’la da büyüdüm, Orhan Gencebay’la da, Edip Akbayram’la da, Cem Karaca ve Barış Manço’yla da büyüdüm. Belçika’da doğup büyüyen, Türkiye’yi de merak eden bir çocuktum. Çok şanslıydım…
– Neydi şansın? Babanın ozan olması mı?
Rahmetli babam saz çalıp söyleyen, çok kendine münhasır bir adamdı. Gönül adamı denir ya hani, tam da öyleydi. O yıllar, deyim yerindeyse kıtlık yılları denilen yıllardı. Baktığınız zaman hiçbir şey yoktu ki… Ne internet, ne sosyal medya vardı. Televizyon bile iki kanaldan ibaretti. Bizim orada bir cafemiz vardı. Cafede de plaklarımız vardı ve hep onlar çalardı. Cem Karacalar, Barış Mançolar, Selda Bağcanlar ve ozanlar… Böyle bir mozaik içinde olunca daha küçük yaşlarımdan itibaren bunlar benim belleğime yerleşti.
Yeni kuşaklara türküleri sevdirmek benim üzerimde büyük bir misyon oldu. Zor bir işti. Ama sevdirdim. Hatta şu anda bunun daha da bir farkındayım. O yüzden bu 20 yılı kutlayalım diyorum ya zaten. Unutmuyorum; 2000 yılıydı… Siyaset Meydanı vardı o zaman. Türkü yılı ilan edilmişti ve Siyaset Meydanı’na konu olmuştu. Çünkü en çok satan albümler türkü albümleriydi. Ben, Zara, Hüseyin Turan vardı. Gençleri yakalamıştık… Tabii türkücü algısı da değişti. Türkücü deyince 20 yıl önce kentteki algı bıyık, kravat, biraz da yalandan da olsa dikkatli ve düzgün oturan tiplerdi. Yani biraz kasma durumu vardı aslında. Samimiyetsizdi biraz ve biz samimiyeti özlemiştik. Sadece türkülerde de değil, sanat müziği için de böyle bir şablon vardı. Farklı giyim, farklı imaj türkülere, sanat müziğine saygısızlık diye algılanırdı. Galiba bunu yıktım ben. Kot pantolonum, uzun saçlarım, kulağımda küpemle çıktım. Önce popçu sandılar, dinleyince şaşırdılar.
- Türküleri yurtdışında da tanıtmak ve sevdirmek için bir projen var mı? Mesela İngilizce söylemek gibi…
(Gülüyor) Sırası gelir elbet. Ama İngilizce türkü fikri çok sıcak gelmiyor bana. Bir Acem Kızı’nı İngilizce söyleyince o yörük duygusunu veremezsiniz. Müzikte esas olan dili değil. Türkülerin gücü çok büyük. Ben ikinci devrede, yani ikinci 20 yılın sonunda kültürel işler yapmak istiyorum. Ben türküleri “Asla dinlemem” diyen birine bile sadece dinletmekle kalmam, bağımlılık yaratırım.
Dünyanın en zengin müziği bu topraklarda
- “Al Ömrümü” 20. sanat yılında 10. albümün… Farkı bu mu?20 yıl deyince, bazıları diyor ki; “Biz 30 seneyi devirdik.” Doğru, 40 seneyi devirenler de var. Ben son albümde bu 20 yıla biraz fazla vurgu yaptım kabul ediyorum. Ama bence kariyer hayatımızda iki 20 var; birinci devre, ikinci devre. Doktorsanız da, mimarsanız da, mühendisseniz de bu böyle. Çünkü hayat kısa ve bir üçüncü 20 yok. Ben müziğe 8 yaşımda başladım. Türkiye’ye 20 yaşımda geldim. Burada profesyonel hayata atılayım diye 1995 sonunda geldiğimde ilk albümümü çıkardım. O günden bugüne de her iki yıla bir albüm sığdırdım.
- Kubat başlı başına bir tez konusu olabilirmiş bence. Belçika’da doğup büyüyor. Uzun saçlı, pop görünümlü bir delikanlı olarak gelip burada türkü söylüyor!…
Ben Avrupa’da değil, uzayda da olsam genlerimde türkülerimiz olduğu için bu aslında son derece doğal bir sonuçtu benim açımdan. Bunu saklayıp, kompleks yapacak bir şey de yoktu. Çünkü bana göre dünyanın en zengin müziği, bu toprakların müziğiydi her zaman. Bizler o kadar şanslı topraklardayız ki aslında. Bütün medeniyetlerin geçtiği, bütün medeniyetlerin kurgulandığı topraklar bunlar. Sanatı da kurgulanmış.
‘Erkek olsaydı adını Seymen koyacaktım’
- Evlilikten korkuyordun çok. Korktuğun kadar var mıymış?Vallahi çok korkuyordum ve korktuğum şey başıma geldi. Ama korktuğum gibi değilmiş. Yine de keşke daha önce evlenseydim demiyorum. Çünkü zor bir yaşantım vardı. Ben 40 yaşıma kadar, ya da evlenene kadar diyeyim kendimi yüzde 75 oranında sahnedeki Kubat’a adadım. Kendime sadece yüzde 25 kaldı. Ama şimdi durum farklı. Çok iyi anlaşıyoruz eşimle. Bebek de yolda. 2,5 ay sonra baba oluyorum.
- Adı belli mi bebeğin?
Ben cinsiyetini öğrenmek istemiyordum. 40 yaşından sonra çocuk yapıyoruz, kızmış, erkekmiş deyip nazar değdirmeyelim diyordum. Ama hanımlar sabırsız oluyor. 3 ayın sonunda bu erkeğe benziyor, adını sen koy dediler. Ben de Superman, Batman filan çok severim. Dedim ki; bizim neyimiz eksik, Seymen olsun. Ankara Seymeni! Ama bir hafta sonra bizim Seymen, Eymen oldu. Kız babası oluyorum yani.
“Al Ömrümü” adlı albümü ile 20. sanat yılını kutlayan Kubat, “İlk 20
yıl birinci devreydi. Burada misyonum yeni kuşaklara türküleri sevdirmekti. Şimdi ikinci devre başlıyor. Türküleri dünyaya açacağım” dedi.
“JAMES BROWN’LA BÜYÜDÜM…”
- Peki Belçika’da ne dinlerdin?Ben James Brown’la büyüdüm. Tom Jones, Joe Cocker dinlerdim. Yaş olarak belki onlardan bir 30 yaş gerideyim ama, erken başladığım için hepsine yetiştim. Ama bir yandan da daha 8 yaşımda Mahzuni Şerif’le de büyüdüm, Neşet Ertaş’la da büyüdüm, Orhan Gencebay’la da, Edip Akbayram’la da, Cem Karaca ve Barış Manço’yla da büyüdüm. Belçika’da doğup büyüyen, Türkiye’yi de merak eden bir çocuktum. Çok şanslıydım…
– Neydi şansın? Babanın ozan olması mı?
Rahmetli babam saz çalıp söyleyen, çok kendine münhasır bir adamdı. Gönül adamı denir ya hani, tam da öyleydi. O yıllar, deyim yerindeyse kıtlık yılları denilen yıllardı. Baktığınız zaman hiçbir şey yoktu ki… Ne internet, ne sosyal medya vardı. Televizyon bile iki kanaldan ibaretti. Bizim orada bir cafemiz vardı. Cafede de plaklarımız vardı ve hep onlar çalardı. Cem Karacalar, Barış Mançolar, Selda Bağcanlar ve ozanlar… Böyle bir mozaik içinde olunca daha küçük yaşlarımdan itibaren bunlar benim belleğime yerleşti.
‘Türkücü deyince akla bıyık ve kravat gelirdi’
- Türküleri 90 kuşağına sevdiren, hatta belki de öğreten isim oldun. Peki bunda uzun saçlarının da rolü olmuş olabilir mi sence?Yeni kuşaklara türküleri sevdirmek benim üzerimde büyük bir misyon oldu. Zor bir işti. Ama sevdirdim. Hatta şu anda bunun daha da bir farkındayım. O yüzden bu 20 yılı kutlayalım diyorum ya zaten. Unutmuyorum; 2000 yılıydı… Siyaset Meydanı vardı o zaman. Türkü yılı ilan edilmişti ve Siyaset Meydanı’na konu olmuştu. Çünkü en çok satan albümler türkü albümleriydi. Ben, Zara, Hüseyin Turan vardı. Gençleri yakalamıştık… Tabii türkücü algısı da değişti. Türkücü deyince 20 yıl önce kentteki algı bıyık, kravat, biraz da yalandan da olsa dikkatli ve düzgün oturan tiplerdi. Yani biraz kasma durumu vardı aslında. Samimiyetsizdi biraz ve biz samimiyeti özlemiştik. Sadece türkülerde de değil, sanat müziği için de böyle bir şablon vardı. Farklı giyim, farklı imaj türkülere, sanat müziğine saygısızlık diye algılanırdı. Galiba bunu yıktım ben. Kot pantolonum, uzun saçlarım, kulağımda küpemle çıktım. Önce popçu sandılar, dinleyince şaşırdılar.
- Türküleri yurtdışında da tanıtmak ve sevdirmek için bir projen var mı? Mesela İngilizce söylemek gibi…
(Gülüyor) Sırası gelir elbet. Ama İngilizce türkü fikri çok sıcak gelmiyor bana. Bir Acem Kızı’nı İngilizce söyleyince o yörük duygusunu veremezsiniz. Müzikte esas olan dili değil. Türkülerin gücü çok büyük. Ben ikinci devrede, yani ikinci 20 yılın sonunda kültürel işler yapmak istiyorum. Ben türküleri “Asla dinlemem” diyen birine bile sadece dinletmekle kalmam, bağımlılık yaratırım.